**Nemrut İzlenimleri**
Nemrut, Türkiye'nin doğusunda, Adıyaman il sınırlarında yer alan büyüleyici bir tarihi bölgedir. Bu bölgenin en dikkat çekici noktası ise, 2.150 metre yüksekliğindeki Nemrut Dağı'dır. Zirvesinde, Kommagene Krallığı'nın 1. yüzyılda hüküm süren kralı I. Antiochus (Antiochus Theos) tarafından yaptırılmış görkemli bir anıt mezar kompleksi yer alır.
Nemrut Dağı’ndaki bu anıt mezar kompleksi, 38 metre yüksekliğinde devasa bir höyükten oluşur. Bu höyüğün etrafında yer alan oturma platformları ve devasa heykeller, tarih boyunca birçok uygarlığın izlerini taşır. Asur, Pers ve Helenistik kültürlerinin etkisiyle şekillenen bu yapılar, Nemrut Dağı’nı kültürel bir hazineye dönüştürmüştür. Heykellerin 8-9 metreye ulaşan boyutları ve etkileyici işçilikleri, zirvede nefes kesici bir manzara sunar. Özellikle, bu teraslardan güneşin doğuşunu veya batışını izlemek, Nemrut’u ziyaret edenler için unutulmaz bir deneyimdir.
Nemrut Dağı, 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak kabul edilmiştir. Bu eşsiz kültürel miras, yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın da önemli arkeolojik hazinelerinden biridir. Nemrut, doğal güzellikleri ve tarihi zenginlikleriyle, Adıyaman’dan veya çevre bölgelerden düzenlenen turlarla kolayca ulaşılabilen bir cazibe merkezidir. Ancak, yüksek rakımı ve sert iklim koşulları nedeniyle ziyaretçilerin bu büyüleyici yeri keşfetmek için iyi bir plan yapmaları, fiziksel olarak hazırlıklı olmaları gerekir.
**Nemrut’a Yolculuk ve İzlenimler**
2021 yılının sıcak bir Haziran ayında, İstanbul’dan gelen değerli dostum Cemalettin SEZER ile birlikte Nemrut Dağı’nın güzelliklerini keşfetmek için Malatya’dan yola çıktık. Altımızda, yolları adeta bir şaha kalkmış gibi tırmanan bir “Mini Cooper” vardı. Küçük ama güçlü aracımızla doğanın sunduğu manzaraları izleyerek, temiz dağ havasını ciğerlerimize doldurarak ilerliyorduk.
İlk durağımız “Kubbe Dağı” oldu. Bu noktadan Nemrut, sanki gökleri delen bir kalemin sivri ucu gibi görünüyor ve bizi çağırıyordu: “Gelin, sizi bekliyorum!” Ancak, Kubbe Dağı’nın kendine has bir büyüsü vardı. Kekik kokuları, yeşillikler, bizi bu dağın eteklerinde biraz daha kalmaya davet ediyordu. 1.930 rakımlı Kubbe Dağı’nı geçtikten sonra, karşımıza bir başka doğa harikası çıktı: “Şiro Çayı”. Sakin ve huzur verici akışıyla bizi selamlayan bu berrak suda yüzen balıklar, doğal bir gösteri sunuyorlardı.
Nemrut Dağı’na yaklaşırken, yolumuzun üzerinde muhteşem coğrafyasıyla “Yandere” adlı bir köy yerleşimi vardı. Burada, yörenin tek konaklama tesisi olan mütevazı “Yandere Cafe”ye uğradık. Yorgunluğumuzu atmak ve açlığımızı gidermek için içeri girdik. Samimi, otantik bir köy bakkalıydı burası. Tereyağının büyüleyici kokusuyla hazırlanan tostlarımızı, taze ayran eşliğinde afiyetle yedik. Ortamın sıcaklığı, insanların içtenliği bizi bir süre daha burada kalmaya teşvik etti. Cemalettin dostumla sohbetimize, bakkaldaki insanların ikram ettiği tütün ve demli çay eşlik etti.
Dinlendikten sonra, Nemrut Dağı’nın zirvesine doğru yola devam ettik. Araç, adeta kişneyerek ve homurdanarak bu dik yokuşları tırmanıyordu. Nemrut’un tepesine yaklaştıkça, tengrilerin otağına doğru yükseldiğimiz hissi artıyordu. Yol boyunca bir türkü tutturduk:
**“Eşarbını yan bağlama
Ben söyleyim sen ağlama
Zalım anan bana vermez
Oturup da sen ağlama
Boyun büküp sen ağlama.”**
Zirveye yaklaştıkça, gökyüzüne bir mızrak gibi yükselen Nemrut, tüm ihtişamıyla bizi karşıladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın zirveye çıkmadan önce kurduğu modern tesislerden geçtik. Burası, Nemrut Dağı’na çıkışın son durağıydı. Bakanlıktan emekli bir şube müdürü olduğum için, giriş ücreti ödemem gerekmiyordu; dostum da benimle birlikte ücretsiz geçti.
Zirvede bizi karşılayanlar, Tümülüs’ün en altında yatan Kommagene Kralı I. Antiochus’un koruyucuları olan devasa heykellerdi. Her biri ayrı bir sanat eseri olan bu heykeller, yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyordu. Ancak, rehber eksikliği bu büyüleyici tarihi yeri daha iyi tanımayı zorlaştırıyordu. Ben, tarihi bilgilere hakim olduğum için dostuma bu yapılar hakkında detaylı bilgiler verdim. Diğer turistler de etrafımızı sararak anlattıklarımı dinlediler.
Güneşin batışı, zirvede adeta bir renk cümbüşü yarattı. Doğuda Fırat Nehri ve Karakaya Barajı, güneyde ise Atatürk Barajı ve Harran Ovası’nın muhteşem manzarası eşliğinde tarihin derinliklerine yolculuk yapıyorduk. Nemrut Dağı ve tengriler, bizi bırakmak istemiyordu. Sanki bir yerlerden kral ve askerleri gelecekmiş gibi hissediyorduk.
Gün batımının ardından, bir bulut zirvenin üzerinde dolanmaya başladı. O bulut, bizi bir anda bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla ıslattı. Bu sırada güçlü bir fırtına da çıktı. Tengri’nin gücünü hissettik. Cemalettin dostum ve ben, sırılsıklam bir halde kendimizi arabaya attık. Dostumun beyaz gömleği tenine yapışmıştı. Tesisteki bir görevli, ona kuru bir tişört getirdi. Bu sıcak davranış, Anadolu insanının misafirperverliğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Nemrut’un tepesinden ayrılırken, içimizde bir hüzün vardı. Tengrilere ve kral Antiochus’a veda ettik. Küheylan, bizi sessizce ve güvenle Malatya’ya geri götürdü. Ancak, aklımız hala Nemrut’ta ve tengrilerin otağındaydı. En kısa zamanda yeniden Nemrut’a, bu kez güneşin doğuşunu izlemek için dönmek üzere sözleştik.
Hoşça kal Nemrut,
Hoşça kal tengriler,
Hoşça kal kral Antiochus,
Hoşça kal kadim Anadolu’nun Luwi uygarlığı...
**Adil Aktaş / Malatya**